Gelenek ve Modernite Çatışması
Günümüzde aile yapısında yaşanan bozulmanın en önemli nedenlerinden biri bireylerin yaşam felsefelerindeki değişim ve aile kurumundan beklentilerin önemli ölçüde değişikliğe uğramasıdır. Bu, bir nevi modernitenin dayattığı bir ilişki biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bireyler, modernitenin getirdiği yaşam anlayışını benimserken aslında kendinden başkasını önemsemeyen, kimse için fedakârlık yapmayan ve özgür yaşam sloganını kendilerine şiar edinen kişilere dönüşmüşlerdir. Bu, bireyler için “eş”, ”anne”, ”baba” yani “aile” olmanın anlamını yitirmesine neden olmaktadır.
Yaşam anlayışındaki bu değişime paralel olarak evlilikle ilgili beklentilerdeki farklılaşma da aile kurumundaki bozulmaya işaret etmektedir. Nitekim modernite öncesi dönemde evlilik, çok güçlü sosyal ve kültürel bir bağı ifade ederken günümüzde bu boyutuyla gittikçe zayıflamaya başlanmıştır.
Bugün gelenek ile modernite arasında çıkan çatışmadan dolayı geleneksel yapılar büyük hasar görmüştür. Özellikle küresel sömürü sisteminin arzu ettiği yeni insan ve yaşam modeli karşısında duran her türlü yapı itibarsızlaştırılmaktadır. Folklorik bir zemine indirgenmesinin bir sonucu olarak asli niteliğini kaybeden geleneksel yapılar da sadece sembolik bir figüran olarak anlamlandırılmıştır. Bilhassa modernitenin, insanın yaratılış gerçekliğine bağlı dengelerini altüst eden yenidünya tasavvuru ve bu projeye bağlı olarak ürettiği seküler kavramlar ve bu kavramlar karşısında insanın savunmasız kalışı geleneksel yapıların üretme kabiliyetini kaybedip sadece mevcudu muhafaza seviyesine düşmesine de sebebiyet vermiştir.
Bu bakımdan kendi değerlerini ve milli kavramlarını merkeze alan bir hayat modeli planlamak ve aileyi buna göre şekillendirmek gerekmektedir. Modern kültürün çatışmacı bir yaklaşımla bozduğu Allah-insan, insan-insan, din-dünya, dünya ahiret, kadın-erkek ilişkileri yeniden eksenine oturtulmalıdır. Aksi takdirde mutlu, kendisi ve çevresiyle barışık bir insan bulmak neredeyse imkânsızlaşacaktır.
Modern dünyanın ortaya çıkarmaya çalıştığı ve fıtrata aykırı yaşam biçimi en çok aile kurumu üzerinde etkili olmuştur. Aile öncelikle bir tüketim unsuru olarak nitelenmiş, ardından da aile kurumunun önemi azaltılarak haz ve heves tatmin merkezli bireysellik yerleştirilmiştir. Bunun neticesi olarak da toplumsal yapı hızlı bir erozyona uğrayarak bütün “değer yargılarını” yitirmeye yüz tutmuştur.
Özellikle coğrafyamızda “Tanzimat” ile birlikte yaşanan modernleşme çalışmaları toplumda ikili bir yaşam biçimi ortaya çıkarmıştır. Bu yaşam biçimlerinin çatışması “toplumsal bütünlüğü” büyük ölçüde yaralamış ve sosyo-ekonomik düzeyde ve siyasal yönelimlerde çift kutuplu bir yapıya sebep olmuştur.
Semantik yönü ile de aileyi modern-seküler haklar üzerinden tanımlamak ve bu eksende yasal çerçeveler oluşturmak ailenin en büyük dramı haline gelmiştir.
DEVAM EDECEK